Türk Dil Kurumu’na göre ikinci sınıf değeri düşük, değersiz, sıradan anlamına gelmekte. Bu bağlamda, biri bize “İzmir ikinci sınıf bir şehir” dese, bu lafı edenin kentimizi aşağıladığını düşünürüz. Oysa aşırı politize olmuş bireylerin ve yaşadıkları kenti dünyanın merkezi sanan hayalperestlerin ağzından çıkanları bir kenara bırakırsak ikinci sınıf şehrin (second-tier city) aslında teknik bir kavram olduğunu görürüz. Montreal, Eindhoven ve Manchester hep bu kategoriye giren dünyaca ünlü kentler ve İzmirimiz’in bu şehirlerden öğrenebileceği çok şey var.
Avrupa Birliği’ne göre kıta sınırları içinde 127 adet ikinci sınıf şehir mevcut. Öte yandan bu küresel bir kavram. Benzer kentler Asya’dan, Latin Amerika’ya, Avustralya’dan Afrika’ya her yerde var. AB’nin verilerine göre 2009-2013 yılları arasında ikinci sınıf şehirler bulundukları ülkenin en büyük şehrinden daha hızlı büyümüşler. Uzmanlara göre bu kentler hızlanarak büyüyecekler. Peki neden?
Londra, Paris, Moskova gibi dev metropoller, bulundukları ülkenin ekonomik, politik ve kültürel anlamda kalbi durumundalar. Bu bağlamda —aynı bir mıknatıs gibi- devletin ve toplumun tüm kaynaklarını kendilerine çekiyorlar. Bununla beraber, sistem teori bize, sonsuza kadar büyümenin çocuksu bir illüzyondan ibaret olduğunu gösteriyor. Metropolleri çekici kılan şeyler aynı zamanda onların sonunu getiriyor. New York’lu bir taksiciyle konuştuğunuzda sanki İstanbullu bir meslektaşını dinliyormuş gibi oluyorsunuz: “Her yer trafik! Ufacık dairelere dünya kadar para istiyorlar! Kentin kültürü yozlaştı!” Hormonlu beslendiği için doğal sınırlarına dayanmış, hatta onları aşmış mega şehirlerde yaşayanların hayat kalitesi düzenli olarak düşüyor. Basit bir örnek. Londra’da, iş dönüşü trafikte sıkışmış bir şöförün stres seviyesi, it dalaşına girmiş bir jet pilotunun veya çatışma ortasında kalmış bir polisin stres seviyesinden daha yüksek!
Hal böyle olunca büyükşehirlerde yaşayanlar sabah akşam kaçma fantezileri görüyorlar. Etrafınızdakiler, “Valla işi gücü bırakacam, güneye yerleşicem” diye hayıflandıklarında bilinki evrensel bir problemden yakınmaktalar. İşte ikinci sınıf şehirler tam da bu noktada devreye giriyorlar. Liverpool, Milan ve Münih gibi şehirlerin ellerinde, başkentlerine karşı tek bir silah var: Erişilebilirlik. Ve bu silah gitgide daha da etkili hale geliyor. Yerel halk ve yatırımcılar ihtiyaçları olan hizmetlere ikinci sınıf kentlerde daha kolay erişebiliyorlar. Dijitalleşme sayesinde de bu kentlerde yaşayanların dünyayla haberleşmeleri ve küresel ölçekte iş yapmaları oldukça kolaylaşıyor.
Elbette her ikinci sınıf kent aynı değil. Bunlardan bazıları, uzun zaman önce verdikleri stratejik kararların meyvelerini topluyorlar. Örneğin Montreal, Toronto’nun sürekli yükselen ekonomik gücüyle baş edemeyeceğini görmüş ve kendine on stratejik sektör belirlemiş. Zamanla bunlar arasından havacılık sanayi ve bilişim teknolojileri ön plana çıkmış. Bu iki alanda Montreal dünyanın sayılı merkezlerinden biri halinde. Mesela Türk pilotlar Montreal merkezli CAE firmasının simülatörlerini kullanarak eğitiliyorlar. F-16’lar Montreal’de üretilen jet motorlarını kullanıyor. Yapay zeka konusunda da Montreal dünyanın öncülerinden. Facebook, Microsoft, Google ve Samsung gibi firmaların yapay zeka araştırma laboratuarları hep bu kentte.
İzmir, Montreal gibi hızla büyüyen ve katma değeri yüksek olan bir kaç stratejik sektörde dünyanın merkezi olabilir mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek pek mümkün değil. Öte yandan önümüzde inceleyebileceğimiz bir Melbourne örneği var. Avustralya’nın bu ikinci sınıf kenti kendini Bilgi Şehri (Knowledge City) olarak konumlamış. 5 milyonluk kentin nüfusunun %10’u bilim, finans, sigorta, sağlık, biyoteknoloji, bilişim ve medya sektörlerinde çalışıyor. Şehirde 10 üniversite var. Economist tarafından son yedi senedir dünyanın en yaşanabilir kenti seçiliyor. İkinci sınıf kent olmak İzmir için uygun bir vizyon, Melbourne ise erişilebilir bir hedef olabilir. Ne dersiniz?